Hz. Peygamber’in sözlerle çizilmiş resmi: Hilye-i Şerif

KesikÇayır

New member
Katılım
26 Mar 2021
Mesajlar
1,744
Puanları
0
Hz. Peygamber’in sözlerle çizilmiş resmi: Hilye-i Şerif Sözlükte “süs, ziynet, kolye” üzere mânalara gelen hilye, mecazen “yaratılış, sûret ve hoş vasıflar” demektir. Söz Osmanlı kültüründe Resûl-i Ekrem’in vasıflarını, bu vasıflardan bahseden kitap ve levhaları söz etmek için kullanılmıştır.

Hilye-i Şerif’i okuduktan daha sonra akabinde salavatı şerife okunuyor. Hilye-i Şerif’in ne manaya geldiğini, nasıl okunduğunu, duasını, tüm bilgileri ile sizin için derledik…

HİLYE-İ ŞERİF niye KIYMETLİ?


Hilye-i Şerif, Nebiler nebisi Hz. Muhammed’in (s.a.v) fiziki halinin tasvir edilmiş halidir. Rivayetlere bakılırsa Peygamberin, ağır bir hastalık geçirdiği periyotta kızının ağlayarak “senin gül yüzünü tekrar nasıl goreceğiz” demesi üzerine Hz. Ali’ye (r.a) yazdırdığı sözlerden oluşan fotoğraftır. Rasulullah şöyleki buyurmuştur:

“Ya Ali Hilyemi yaz ki, vasıflarımı görmek beni görmek üzeredir…”

Hilye-i Şerif müslümanlar tarafınca epeyce önemsenir. Hz. Ali’den rivayet edilen, “Hilyemi goren beni görmüş üzeredir. Beni goren insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emin olur, mahşer günü çıplak olarak haşredilmez” meâlindeki hadis de bu isteğin sebeplerinden birini teşkil etmiştir.

Rastgele bir dinî desteği tesbit edilememekle bir arada ortasında hilye bulunan meskenin felâkete uğramayacağı ve üzerinde hilye taşıyan kişinin her türlü musibetten korunacağına inanılması da bu konuda teşvik edici bir rol oynamıştır

Hilye-i Şerif beraberinde; Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerini anlatan edebî eserler ve tıpkı mevzuda hüsn-i sinirle yazılmış levhalar için kullanılan terim olarakta kaynaklarda geçer.

Yaratılmışlar içinde hiç bir gibisi bulunmayan Hz. Muhammed s.a.v’in, ışık üstüne ışık olarak tasvir edilen simasını anlatmak için sözler kifayetsiz kalmıştır. Allah’ın insanoğluna lutfettiği bütün hoşlukları şahsında toplayan o eşsiz varlığı, gerçek mânâda tanım edebilmek elbette mümkün değildir.

Hâkânî’nin dediği üzere:

“Gelmemiştir bilir eşyâ ânı,
Yaradılmışta O’nun akrânı…”

“Bütün varlıklar O’nun hak Peygamber olduğunu bilir. Zira yaratılmışlar içinde O’nun gibisi hiç bir vakit bedene gelmemiştir.”


bakılırsamediğimiz ancak görmeden sevdiğimiz Efendimiz s.a.v.’in şemailini anlatan bu kelamlar, bizlere her vakit çölde bir su olmuştur.


(Yahyâ Hilmi Efendi’nin Ebû Hüreyre rivayetini temel alarak yazdığı Muharrem 1288 (Mart-Nisan 1871) tarihindeki sülüs-nesih hilye (Sakıp Sabancı Müzesi Çizgi Koleksiyonu, nr. 140-0085)

HİLYE-İ ŞERİF (HZ. PEYGAMBER’İN ŞEMAİLİ)

Hz. Ali Resulullah’ı anlatıyor:

“Resulullah ne son derece uzun ne de son derece kısaydı. O (s.a.v) orta boyluydu. Saçları ne düz ne kıvırcık, yavaşça dalgalıydı. Şişman olmadığı üzere, yüzü de yusyuvarlak değildi. Yüzünün rengi kırmızıya çalan beyazdı. Gözleri siyah ve parlak, kirpikleri uzundu. Kemiklerinin eklem yerleri iri ve omuzlarının ortası genişti. Avuçları ve ayakları dolgundu. Yürüdüğünde yokuştan iner üzere sert adımlarla yürür, birine döneceği vakit tüm bedeniyle döner o denli konuşurdu.

İki omzu içinde peygamberlik mührü vardı. Çünkü O, peygamberlerin sonuncusuydu. İnsanların en cömerti, gönlü en geniş olanı, en hoş ve düzgün konuşanıydı. çok yumuşak tabiatlı ve insani ilgilerde arkadaş canlısı idi. Aniden onu nazarann kimse heybetinden birinci başta çekinir, ancak tanıdıkça onu epey severdi. Ondan bahseden bir kimse, ‘Ne O’ndan evvel ne de O’ndan daha sonra asla benzerini görmedim’ demekten kendini alamazdı.”


Hilye-i Şerif’in öteki bir hali şöylekidir:

Resûl-i Ekrem, uzuna yakın orta boylu idi.

Yaratılışı fevkalâde istikrarlı olup mütenâsip bir bedene sâhipti.

Göğsü geniş, iki omuzlarının ortası açıktı. İki kürek kemiği içinde nübüvvet mührü vardı.

Kemikleri ve eklemleri irice idi.

Teni gül üzere pembemsi beyaz, nûrânî ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübârek bedeni sürekli pak idi ve râyihası ferahlık verirdi. Koku sürünsün yahut sürünmesin cildi ve teri, en hoş kokulardan daha güzel bir letâfette idi. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun latîf kokusu ile mütelezziz olurdu. Güya güller, kokusunu O’ndan almıştı. Mübârek elleriyle bir çocuğun başını okşasalar, o çocuk, hoş kokusuyla başka çocuklardan ayırt edilirdi.

Terlediği vakit derisi, gül yaprakları üstündeki şebnemleri andırırdı.

Sakalı gür idi. Uzattığı vakit, bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefât ettiklerinde, saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.

Kaşları hilâl üzere olup iki kaşı ortası birbirinden uzakça ve açık idi.

İki kaşı içinde bir damar bulunuyordu ki, Hak için öfkelendiği vakit kabarırdı.

İnci gibi dişleri olup sürekli misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederlerdi.





(Mahmud Celâleddin Efendi’nin özgür formda hazırlanmış 1234 (1818-19) tarihindeki servili hilyesi (Cengiz Çetindoğan koleksiyonu))

Kirpikleri uzun ve siyah idi. Gözleri büyükçe, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Güya gözlerinde kudret eliyle ezelde çekilmiş bir sürme vardı.

Müstesnâ rûhî yapısının kemâli üzere, beden yapısının cemâli de eşsizdi.[1]

Sîmâsı, geceleyin ayın on dördü üzere parlardı. Hazret-i Ayşe buyurur ki:

“Resûlullâh’ın yüzü o kadar ışık saçardı ki, gece karanlığında, ipliği iğneye O’nun yüzünün aydınlığında geçirirdim.”

İki kürek kemiği içinde nübüvvetine ilişkin ilâhî bir nişan vardı. Biroldukça sahâbî, onu öpebilmenin aşkıyla yanardı. Vefâtı esnâsında bu mührün gayb âlemine gitmesi, irtihâlinin tasdîki oldu.

Mübârek ve nûrânî vücûdu vefâtından daha sonra hiç bir değişikliğe uğramamıştı. Gerçekten Hazret-i Ebûbekir, mahzûn, mağmûm, gözü ve gönlü yaşlı bir biçimde “Varlık Nûru”na nazar ederek:

“Hayâtın üzere vefâtın da ne hoş yâ Resûlallâh!..” demiş ve mübârek alınlarına dudaklarını değdirmiştir.

Allâh Resûlü’nün rikkat-i kalbiyesinin derinliğini îzâh etmek mümkün değildi.

Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasîhat idi. Lügatinde aslâ dedikodu ve mâlâyâni yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre kelam söylerdi.

Mülâyim ve mütevâzî idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessimdi.

O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.

Derecelerine göre fazîlet erbâbına ihtirâm eylerdi. Akrabâsına da ziyâde ikrâm ederdi. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği üzere, öbür insanlara da rıfk ve lutuf ile muâmele eder ve:

“Hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” buyururdu. (Buhârî)

Hizmetkârlarını pek beğenilen tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara da onu yedirir ve giydirirdi. Cömert, ikram sâhibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesur ve îcâbında halîm idi.

Ahit ve vaadinde sâbit, sözünde sâdık idi. Ahlâk güzelliği, akıl ve zekâ yönüyle de cümle insanlardan üstün ve her türlü medh ü senâya lâyık idi. Sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış bir vücûd-i mübârek idi.

Resûlullâh’ın hüznü dâimî, tefekkürü sürekliydi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca yarım bırakmaz, onu tamamlayarak bitirirdi. Az sözle fazlaca mânâlar ifâde ederdi. Sözleri tâne tâne idi. Ne lüzûmundan fazla ne de az idi. Yaratılış olarak yumuşak huylu olmasına rağmen gâyet salâbetli ve heybetli idi.

Öfkelendiği zaman yerinden kalkmazdı. Hakka îtiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devâm ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Şahsına mahsus durumlarda kendisini de müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girişmezdi.

O, kimsenin hânesine izin almadan girmezdi. Evine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi; birini Allâh’a ibâdete, diğerini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamânını, avâm-havâs insanların hepsine tahsîs eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı. Hepsinin gönlünü fethederdi.




Resûlullâh’ın her hâl ve hareketi, zikrullâh ile idi.

Belli bir yerinde oturmanın âdet edinilmesini önlemek için mescidlerin her yerinde oturduğu olurdu. Yerlere ve makamlara kudsiyyet izâfe edilmesini ve meclislerde tekebbüre medâr olacak bir tavır takınılmasını istemezdi. Bir meclise girince, neresi boş kalmışsa oraya oturur, herkesin de böyle yapmasını arzu ederdi.

Kim O’ndan herhangi bir ihtiyâcını gidermek için bir şey istese, o ister ehemmiyetli, ister ehemmiyetsiz olsun, onu yerine getirmeden huzur bulamaz, ihtiyâcı halletmesi mümkün olmadığı takdirde, hiç olmazsa güzel bir kelam ile muhâtabının gönlünü almaktan geri kalmazdı. O, herkesin keder ortağı idi. İnsanlar, hangi makam ve mevkîde olursa olsun, zengin-fakir, âlim-câhil, O’nun yanında insan olmak haysiyetiyle müsâvî bir muâmeleye nâil olurlardı. Bütün meclisleri ilim, hilim, hayâ, ihlâs, sabır, vakar, tevekkül ve emânet gibi fazîletlerin cârî ve hâkim olduğu bir mahaldi.

Ayıp ve kusurları sebebiyle kimseyi kınamaz, îkâz etmek zarûreti hâsıl olunca bunu, karşısındakini rencide etmeyecek şekilde şık bir îmâ ile yapardı.

“Müslüman kardeşinin uğradığı felâketi sevinçle karşılama! Allâh Teâlâ onu rahmetiyle felâketten kurtarır da seni imtihan eder.” buyururdu. (Tirmizî)

Hiç kimsenin zâhire çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgul olmadığı gibi, bu çeşit hâllerin araştırılmasını da şiddetle menederlerdi. Zîrâ başkaları hakkında zan ve tecessüs, ilâhî emirlerle menolunmuştu.

Sevâbını umduğu meseleler hâricinde konuşmazdı. Sohbet meclisleri vecd içinde idi. O konuşurken etrâfındakiler öyle büyülenir ve can kulağıyla dinlerdi ki, Hazret-i Ömer’in ifâdesi vechile, başlarına bir kuş konmuş olsa, uçmadan saatlerce durabilirdi. O’ndan ashâbına akseden edeb ve hayâ o derecede idi ki, kendisine suâl sormayı bile -çoğu kere- cür’et telâkkî eder ve çölden bir bedevî gelerek Hazret-i Peygamber’le sohbete vesîle olsa da, O’nun feyz ve rûhâniyetinden istifâde etsek diye beklerlerdi.

Hattâ heybetinden çekindikleri için iki sene soru soramadan bekleyenler vardı. Mehâbetinden mübârek yüzüne bakamazlardı.

Amr bin Âs (a.s.) şöyleki demiştir:

“Resûlullâh ile uzun vakit bir arada bulundum. Lakin O’nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzîm hissinden dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve ışıklı çehrelerini seyredemedim. Şayet bugün bana, «Bize Resûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat.» deseler, inanın anlatamam.” (Müslim)








 
Üst